AÖF TARİH BÖLÜMÜ

  • ANA SAYFA
  • 1.SINIF ÖZET
    • GÜZ DÖNEMİ
      • ESKİ ANADOLU TARİHİ
      • HELLEN VE ROMA TARİHİ
      • İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I
      • OSMANLI TÜRKÇESİ I
      • TARİH METODU
      • TEMEL BİLGİ TEKNOLOJİLERİ I
      • BİZANS TARİHİ
    • BAHAR DÖNEMİ
      • BÜYÜK SELÇUKLU TARİHİ
      • ESKİ MEZOPOTAMYA VE MISIR TARİHİ
      • İLK MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİ
      • İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ II
      • OSMANLI TÜRKÇESİ II
      • TEMEL BİLGİ TEKNOLOJİLERİ II
      • ORTA ASYA TÜRK TARİHİ
  • 2.SINIF ÖZET
    • GÜZ DÖNEMİ
      • ORTAÇAĞ VE YENİÇAĞ TÜRK DEVLETLERİ TARİHİ
      • ORTAÇAĞ-YENİÇAĞ AVRUPA TARİHİ
      • OSMANLI MERKEZ VE TAŞRA TEŞKİLÂTI
      • OSMANLI TARİHİ (1300-1566)
      • OSMANLI TÜRKÇESİ METİNLERİ I
      • TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİ
      • ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ I
    • BAHAR DÖNEMİ
      • OSMANLI DEVLETİ YENİLEŞME HAREKETLERİ (1703-1876
      • OSMANLI TARİHİ (1566–1789)
      • OSMANLI TARİHİ (1789–1876)
      • OSMANLI TÜRKÇESİ METİNLERİ II
      • OSMANLIDA İSKAN VE GÖÇ
      • RUSYA TARİHİ
      • ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ II
  • 3.SINIF ÖZET
    • GÜZ DÖNEMİ
      • OSMANLI DEVLETİ YENİLEŞME HAREKETLERİ (1876-1918)
      • OSMANLI DİPLOMASİSİ
      • OSMANLI İKTİSAT TARİHİ
      • OSMANLI TARİHİ (1876–1918)
      • SOSYOLOJİYE GİRİŞ
      • TARİHİ COĞRAFYA
      • İNGİLİZCE I
    • BAHAR DÖNEMİ
      • MODERN ORTADOĞU TARİHİ
      • EĞİTİM TARİHİ
      • TÜRKİYE CUMHURİYETİ İKTİSAT TARİHİ
      • TÜRKİYE CUMHURİYETİ SİYASÎ TARİHİ
      • TÜRKİYE'DE DEMOKRASİ VE PARLEMENTO TARİHİ
      • XIX. YÜZYIL TÜRK DÜNYASI
      • İNGİLİZCE II
  • 4.SINIF ÖZET
    • GÜZ DÖNEMİ
      • ÇAĞDAŞ TÜRK DÜNYASI
      • SÖMÜRGECİLİK TARİHİ
      • TARİH FELSEFESİ I
      • TÜRK BASIN TARİHİ
      • YAKINÇAĞ AVRUPA TARİHİ
      • YAŞAYAN DÜNYA DİNLERİ
      • GİRİŞİMCİLİK VE İŞ KURMA
      • TÜRK DİLİ I
    • BAHAR DÖNEMİ
      • BİLİM TARİHİ
      • HUKUK TARİHİ
      • SANAT TARİHİ
      • TARİH FELSEFESİ II
      • TÜRK DÜŞÜNCE TARİHİ
      • TÜRK KÜLTÜR TARİHİ
      • ETKİLİ İLETİŞİM TEKNİKLERİ
      • TÜRK DİLİ II
  • KİTAPLAR
    • 1.SINIF
      • GÜZ DÖNEMİ
      • BAHAR DÖNEMİ
    • 2. SINIF
      • 2 SINIF GÜZ DÖNEMİ
      • 2 SINIF BAHAR DÖNEMİ
    • 3. SINIF
      • 3 SINIF GÜZ DÖNEMİ
      • 3 SINIF BAHAR DÖNEMİ
    • 4. SINIF
      • 4 SINIF GÜZ DÖNEMİ
      • 4 SINIF BAHAR DÖNEMİ
  • SINAVLAR
    • 1.SINIF
      • 1.SINIF GÜZ DÖNEMİ
      • 1.SINIF BAHAR DÖNEMİ
    • 2. SINIF
      • 2.SINIF GÜZ DÖNEMİ
      • 2.SINIF BAHAR DÖNEMİ
    • 3. SINIF
      • 3.SINIF GÜZ DÖNEMİ
      • 3.SINIF BAHAR DÖNEMİ
    • 4. SINIF
      • 4.SINIF GÜZ DÖNEMİ
      • 4.SINIF BAHAR DÖNEMİ

10 Ağustos 2015 Pazartesi

OSMANLI MERKEZ VE TAŞRA TEŞKİLÂTI

OSMANLI MERKEZ VE TAŞRA TEŞKİLATI 5.ÜNİTE ÖZET (acemim)

MÎRÎ ARAZİLER
-Bu araziler, Hıristiyanlardan feth olunmuş ve rakabesi yani çıplak mülkiyeti devlete ait olan topraklardır.

-Tasarruf  hakkı tapu resmi denilen peşin bir kira bedeli alındıktan sonra, daimî ve irsî bir nevi kiracılık sözleşmesiyle onları işleyecek olan köylülere (reâyâ) bırakılmıştır.

-Reâyâ, kiracısı bulunduğu bu toprakları işleyerek elde ettiği mahsulden devlete veya devletin tayin ettiği sipahiye, öşür denilen bir vergiyi ödemekle mükelleftir.


-Bu toprakları ekip biçen reâyâ ayrıca resm-i çift adı altında bir vergi daha öderdi
ki, XVI. yüzyılın büyük hukukçusu Ebu’s-suûd Efendi bunu harâc-ı muvazzaf
olarak değerlendirmektedir.

-Harac-ı muvazzaf: Arazinin yüz ölçümüne göre alınan vergi. Osmanlı hukukçularınca çift resmine
karşılık sayılmıştır.

-Tanzimat’la birlikte timar sistemi kaldırıldı ve toprakta mülkleşme başladı.

-1858 yılında arazi kanunnâmesi çıkarıldı.

-Bu kanunnâmeye göre toprakların statüsü şu şekilde tesbit edildi:

*Mülk Topraklar: Bunlar, her türlü tasarruf hakkı sahibine ait olan arazilerdi. Miras bırakılabilir, satılabilir, hibe edilebilir ve rehin bırakılabilirdi. İstenirse vakf edilebilirdi.

*Vakıf Araziler: Vergi geliri dinî, ilmî ve sosyal kurumlara tahsis edilen arazilerdi. Bu arazileri vakıf reâyâsı denilen çiftçiler işlerlerdi. Denetimi evkaf nezâreti’ne aitti.

*Mîrî Topraklar: Mülkiyeti devlete ait olan ziraata elverişli arazilerdi.

Terk Edilmiş Araziler (Arazi-i Metruke): Bunlar, kimseye ait olmayıp, köy ve kasaba halkı tarafından ortak kullanılan mera, meydan, yol vs gibi yerlerdi.

*Hiçbir İşe Yaramayan Araziler (Arazi-i Mevat): Bunlar, ekilip, biçilmeyen, ıssız ve boş araziler idi.

-1867 yılından sonra ise, yabancılara mülk toprakların satışı serbest bırakılmıştır.

-MÎRÎ ARAZİNİN TASARRUF ŞEKLİ

Reâyâ Çiftlikleri
-Timar sistemi dâhilindeki mîrî arazilerde tahrir yapılarak toprağı işleyecek olan reâyâya verilmek üzere belli birimlere, yani bir çiftçi ailesinin işleyebileceği büyüklükteki parçalara ayrılmıştı. Bu parçalara çift veya çiftlik deniyordu.

-Çiftlik, ziraat yapılan yer demek olup, genellikle “bir çift öküzün işleyebileceği arazi” olarak tanımlanmıştır.

-Alâ (verimli) yerden 60-80 dönüm arası

-Evsat
(orta halli) yerden 80-100 dönüm arası

- Ednâ (kıraç) yerden 100-150 dönüm aras
- Dönümü belirlemek için herkesin yürümesi ve adımı bir olmayacağından tahrirler sırasında ve çeşitli arazi anlaşmazlıkları ortaya çıktığı nda, uzunluğu devlet tarafından tesbit edilmiş iki ucu mühürlü mîrî urgan kullanılıyordu.

- Yukarıda verilen ölçüler içerisinde yer tasarruf eden reâyâ, tahrir defterlerine çift (tam çift) yarısı kadar yer tasarruf eden de nîm çift (yarım çift) olarak kaydediliyordu.

- Nîm çift’den az yerler ise, ekseriya 2 dönüme 1 akçe olarak tayin edilmiş bulunan resm-i zemîn (dönüm resmi) olarak kaydediliyordu

- Çiftlik tasarruf eden reâyânın evli ve Müslüman olması şarttı.

- Reâyâ, bir nevi kiracılık sözleşmesiyle kendisine bırakılmış olan çiftlik için her yıl resm-i çift denilen bir vergi ödediği gibi, elde ettiği üründen de öşür verirdi.

- Çiftçi elindeki araziyi satamaz, hibe, rehin ve vakf edemezdi.

- Ayrıca sebepsiz yere üç yıldan fazla üst üste nadasa bırakamaz, ekip biçtiği yeri boş (boz) bırakıp gidemez ve başka bir sanatla meşgul olmazdı

- Toprağını bırakıp “terk-i diyar” ettiği takdirde, öşür bedeli ile çift resmini sipahiye ödemek zorundadır. Çift bozan akçesi denilen bu resim, bir defaya mahsus olarak alınırdı.

- Aksi halde sipahi, toprağını terk etmiş olan raiyyetini köyüne dönmeye mecbur edebilirdi.

- Reâyâ öldüğü takdirde çiftliği, bir oğlu varsa ona, birden fazla oğlu varsa defterde mücerred yazılmış olan oğluna intikal ederdi.

- Diğer oğulları bennâk kaydedilirdi. Oğula intikal halinde sipahiye tapu resmi ödenmezdi

- Fakat reâyâ öldüğünde oğlu yoksa çiftliği, kızı, kardeşi ve sair akrabalarına tapu resmi ödemek kaydıyla tercihen verilirdi

HASSA ÇİFTLİKLER VE ÇAYıRLAR

- Sipahinin kendisi ve ailesi efradı meşgul olmadığı takdirde hassa çiftlikler, sipahi tarafından, mîrî topraklardan ayrılıp, reâyâ çiftliklerinden farklı olarak, tamamen şahsî ve serbest bir anlaşma
usûlü ile kiraya verilebilirdi.

- Ortakçılık: Tapu sistemi çerçevesinde toprağın tasarrufuna ve işleme hakkına sahip olan reayanın aksine, ortakçı başka birine ait toprağı işler. Toprak sahibi genellikle üretim araçlarını temin eder, bazen
barınacak yer de verir ve ürünü eşit olarak paylaşırlar.

- ZEMİNLER
Osmanlı İmparatorluğu’nda Nim çift’den küçük olan ve hububat ziraati yapılan arazilere
zemin adı verilmektedir.

- Bennâk , Müslüman, evli fakat kendisine çiftlik verilmemiş köylü demektir. Bazı defterlerde bunlardan ekinlü bennâk olarak bahs olunur.

- Zeminleri ekip biçenlerden iki dönüme bir akçe vergi alınmaktadır.Resm-i zemîn veya resm-i dönüm denilen bu verginin miktarı nim çiftden alınan resimden fazla olamaz.

MEZRAALAR
-Mezraa, ziraat yapılan fakat sürekli olarak nüfus barınmayan yerlere denmektedir. Türkçe’deki karşılığı “ekinlik”tir. Mezraalar, genellikle, evvelce meskûn iken zamanla ahalisi “perâkende” olmuş (dağılmış), terk olunmuş köy yerleridir.

 MÜLK ARAZİ
-Çıplak mülkiyeti (rakabesi) gerçek şahıslara ait olan topraklardır.

- Mülk arazi ya hükümdar tarafından mîrî araziden bir kısmının şahıslara temlik edilmesiyle, ya da imparatorluğa yeni katılan yerlerde eskiden beri mülk olarak tasarruf edilen yerlerin, hükümdarın sahipleri elinde mülk olarak bırakmasıyla meydana gelir.

- Mülk arazide arazinin ekip-biçme hakkı mülkiyet sahibinin değil, reâyânındır.

- Mülkiyet sahibi sadece bu hakkını satabilir, vakıf ve hibe edebilir yani mülkün, mülkiyet sahibine
tanıdığı bütün hakları kullanabilir. Fakat kendisi ekip biçemez ve üzerinde ziraat yapan köylülere de müdahale edemez.

ÜMERÂ VE AYAN ÇİFTLİKLERİ

- Çift-hâne sistemi ile topraklar eşitlikçi bir yaklaşımla dağıtılmıştı. Bunun sebebi toprağın büyük çiftlikler haline getirilerek ekonominin hâkim sektörü alan zirâatin belirli ellerde toplanmasına engel olmaktı.

- XVII. ve XVIII. yüzyıllarda ümerâ ve âyanlar elde ettikleri imkânlarla büyük çiftlikler kurdular. Her ne kadar devlet bunları hiçbir zaman meşru kabul etmediyse de fiilen ortadan da kaldıramadı.

- Çift-hâne Sistemi: Halil İnalcık’a göre çift resmi sadece şahsi bir vergi değildir. Aile emeği, bir çift
öküz ve ikisinin birlikte işlediği arazi yani bir üretim ünitesi ve dolayısıyla bir mâlî ünite söz konusudur.
Vergilendirilen de bu birimdir. Kısacası çift resmi kombine bir vergidir.

BAğ VE BAHÇELER

- Bağ ve bahçelerden öşr-i bağat ve bağçehâ veya öşr-i bağçehâ ve besâtîn gibi adlar altında maktu (götürü) vergiler alınırdı.

VAKIF ARAZİLER
-Vakıf arazinin kaynağı mülk arazi idi.

- Hayırsever mülk sahipleri, kendi mülkleri olan arazilerden elde edilen geliri, câmi, mescid, imaret, medrese, zâviye gibi sosyal amaçlı kurumların masraşarının karşılanması için vakf etmişlerdir. Bu takdirde
mülkiyet vakfa geçerdi.

- Osmanlı imparatorluğu genelinde vakışara tahsis edilmiş geniş tarım arazileri
vardı. Bu araziler üzerinde zirâat yapan halka vakıf reâyâsı denirdi

- Fâtih Sultan Mehmed, bu durumdaki birçok vakfı fesh ederek vakıf arazilerin
çoğunu timara çevirmişse de, oğlu II. Bayezid zamanında bu araziler vakıfara iade
edilmiştir.

OSMANLI DEVLETİNDE TAHRİRLER

- Tahrirlerin gayesi vergi ve asker toplamayı belirli bir düzene kavuşturmaktı.

- İlk zamanlarda bâzı Osmanlı defterlerinde Farsça formül ve ibarelerin yer alması ve dîvânî denilen rakam sisteminin kullanılmış olmasının sebebi, tahrir ve defter tutma tekniğinin Selçuklulardan alınmış olmasıdır.

- Tahrirlerin yapılış sebebi vergi düzenini yerleştirmek ve devletin vergi kaynaklarını çeşitli büyüklükte dirlikler halinde bölerek sipahilere dağıtmaktı.

- Yeni bir padişah tahta geçtiği zaman çok defa yeni bir tahririn yapılması gündeme geliyordu.

- Bunun sebebi Osmanlı hükümdarlık hukukunda yatmakta idi. Yeni
bir padişah tahta çıktığında ölmüş bulunan önceki hükümdarın yaptığı bütün tasarruşar
hukuken sona eriyordu

- Bundan dolayı herhangi bir devlet hizmeti yürüten istisnasız herkes tecdid-i berât (berât yenilemek) için merkeze başvuruyordu

- Berât yenilemeleriyle, alınan berât harcı’ndan dolayı devlet hazinesi büyük bir gelir sağlıyordu.

- Tahrirler sayesinde padişahlar, ülkesinin gerçek durumunu ve varlığını bütün teferruatıyla tespit ettirerek tanımış oluyordu.

- Tahrir yapılmasının sebeplerden birisi de yeni fethedilmiş olan memleketlerin Osmanlı devletine katılmasını resmen ve hukuken tespit etmek ve bölgenin bir envanterini
çıkarmaktı.

- TAHRİRLERİN YAPILIŞ ŞEKLİ
Bir bölgenin tahririne karar verildiği zaman tahrir işlemini yürütecek bir tahrir emîni tayin edilirdi. Mübâşir, il yazıcısı, muharrir gibi isimlerle de zikr edilen eminin yanına bir de kâtip atanırdı.

- TAHRİR DEFTERLERİ

- Mufassal defter, her köyün ve mezraanın isimleri ile vergi mükelleş reâyânın adları, o bölgede yetişen
ürünler ve bunlardan alınacak öşür mikdarı ile diğer vergi ve resimlerin cinsleri ve mikdarlarının yazılı olduğu defterdir.

- İcmâl defterde ise her köyün ve mezraanın adı ile toplam ödeyecekleri vergi yekûnu ve dirlik sahibinin adı yer alırdı.

- Her iki defterden ikişer adet düzenlenir ve birer nüshası tuğralanarak ilgili eyalet merkezine gönderilir, birer nüshaları da defterhâne’ye konurdu.

- Yeni bir padişahın tahta çıkması veya genel olarak meydana gelen bir takım değişikliklerden dolayı, fetihten hemen sonra yapılmış olan ilk tahriri müteakip yeni bir tahrir daha yapılırdı. Bu durumda ilk tahririn sonuçlarını ihtiva eden deftere defter-i atîk, yeni yapılana ise defter-i cedîd adı verilirdi. şayet üçüncü bir tahrir söz konusu olursa, o zaman ilk tahrire ait deftere defter-i köhne, ikincisine defter-i atîk ve sonuncusunada defter-i cedîd denirdi.

- Bugün muhtelif arşiv ve kütüphanelerde, 2.000 kadarı elimizde kalmış tahrir defterleri bulunmaktadır.

- İlk zamanlarda daha fazla özetlenmiş bir şekilde tertip edilmiş oldukları görülen defterler, Fâtih veya II. Bayezid devirlerinde gelişmiş ve olgunlaşmıştır.

- Defter tekniğindeki gelişme Kanunî, II. Selim ve III. Murad devirlerinde en mükemmel şeklini bulmuştur

- Öşür, kelime olarak onda bir (1/10) anlamına gelen Arapça kökenli bir kelime olup, terim olarak Osmanlı devletinde genellikle halkın ürettiği mahsûllerden, bilhassa hubûbâttan alınan vergiye verilen isimdir

- Osmanlı hukukçuları öşür’ü harâc-ı mukaseme saymışlardır. Mukaseme, bölüşme manasına gelmektedir

- Öşür, aynî ve nakdî olmak üzere iki şekilde tahsil edilebilirdi. Arpa, buğday, darı, nohut gibi dayanıklı hubûbât çeşidinde ve pamuk vs’de aynî olarak alınması kanundu. Buna mukabil, sebze ve meyve gibi bağ, bağçe ve bostan mahsûllerinden nakdî ve maktû olarak resim alınırdı.

- Maktû verginin mahzurlu tarafı, reâyânın ürününün az olduğu kıtlık zamanlarında da defterde yazılı olan miktarı nakden ödemek zorunda olmasıydı

- Buğdaydan sonra Anadolu’da en fazla üretilen hubûbât ise arpadır.

- Bağcılık yapanlardan bazen her 100 tevek (asma) başına bir resim, bazen de şıra öşrü adı altında bir vergi alındığı görülmektedir.

- HAYVANCıLıK VE HAYVANCıLıKLA İLGİLİ RESİMLER
Âdet-i Ağnâm,Osmanlı imparatorluğunda koyun ve keçi sahiplerinden alınan vergiye âdet-i ağnâm adı verilmektedir.

- Yaylak resmi, kanunnâmelerde otlak resmi, resm-i meraî ve yatak resmi olarak geçer. Buna göre sürülerini başkasının timarında veya mîrî yaylaklarda otlatan sürü sahipleri ile göçebe kabileler ve Yörüklerden yılda bir defaya mahsus olmak üzere sürü başına alınan bir resimdir

- Kışlak resmi ise kom’da, kışlayan koyun ve davar sürülerinden alınan aynı mahiyetteki bir resimdir. Buna köm resmi de denilmektedir

- Tahrir defterlerinde bal öşrü, resm-i asel, resm-i zenburiye, öşr-i kovan, resm-i
kivâre ve öşr-i petek gibi değişik isimler altında zikredilen bu vergi reâyânın elindeki
arı kovanlarının mahsûlünden, yani baldan alınmaktadır

- ŞAHIS BAŞıNA ALıNAN VERGİ VE RESİMLER

- Şahıslardan sosyal ve hukukî konumlarına göre tahsil edilen vergilerdir. Osmanlı terminolojisinde bunlara baş akçesi veya kulluk akçesi gibi adlar da verilmektedir. Cizye dışında tamamı örfî olan bu resimler
Osmanlı vergi sistemi içerisinde çok önemli bir yer tutmaktadır.

- RESM-İ ÇİFT VE RESM-İ DÖNÜM
Osmanlı İmparatorluğu’nda mîrî arazi sisteminin tatbik edildiği bölgelerinde, çift tâbir edilen belirli büyüklükteki araziyi tasarruf eden raiyyetin ödediği resme çift resmi denir.

- 60 ila 150 dönüm arasında değişen ziraat arazisi bir çiftlik kabul edilmektedir.

- Bennâk, çiftliği olmayan, evli ra’iyyete denilmektedir. Fakat bennâkler nîm çift’den az yerleri ekip biçebilirler

- Bennâk, evli ve nîm çift’den az yer tasarruf eden Müslüman ra’iyyet demektir.

- Nîm çift’den az yer tasarruf eden bennâkler ekinlü, hiç yer tasarruf etmeyenler caba-bennâk sayılmaktadır.

- Mücerred, bekâr fakat başkasına muhtaç olmadan kendi geçimini temin edebilen Müslüman erkeklere denilmektedir.

- İmparatorluğun hemen hemen her tarafında mücerred resmi olarak 6 akçe alındığı görülmektedir

-İspenç Resmi
Müslüman olmayan erkeklerden alınan vergidir. ispenç resmi ile cizye’nin tek bir
vergi olduğu da ileri sürülmektedir. Bu farklılıklara rağmen ispenç resmi’ni, genel olarak, büluğ çağına ermiş, şehirli, köylü ve göçebe; evli veya bekâr, topraklı ve topraksız her gayri müslim erkekten
alınan örfî bir baş vergisidir

Cizye
-Büluğ çağına erişmiş, vücut ve akılca sağlam, ayrı iş güç sahibi ve 300 akçelik
menkul mala sahip olan her gayri müslim erkekten alınan cizye, toprağa bağlı olan
harâc ile zaman zaman aynı mânâda kullanılmıştır.Müslümanlar ile gayri müslimleri birbirinden ayıran en mühim unsur cizye’dir

Âdet-i Irgadiye
-Ra’iyyet’in sipahiye birkaç gün bedenen hizmet etmesi şeklinde uygulandığı fakat zamanla nakde çevrildiği anlaşılmaktadır.

Maktû Vergiler
Maktû kelimesi kesilmiş, bölünmüş anlamına gelmektedir. Buna göre maktû vergilerin miktarı önceden belirlenmiştir ve değişkenlik göstermez.

-Su veya yel ile dönen un değirmenlerinden alınan resme resm-i âsiyâb denmektedir.

-Bezirhâne, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki bazı yöreler de, bulgur değirmenlerine verilen isimdir.

-Mukâtaa, geliri kimseye dirlik olarak verilmeyip, doğrudan merkez hazinesine alınan vergi ve gelir kaynaklarına denmektedir.Buna göre maden işletmeleri, tuz, şap vs. gibi devlete ait kaynaklar; şehirlerdeki bedesten, tabakhâne, boyahâne, kasabhâne, şemhâne, meyhâne vs. gibi ticari ve sınaî işletmeler, damga, mizan, bâc vs. gibi gümrük vergileri ile iskeleler mukâtaa usûlü ile işletilmekte idiler.

-Müzayede sırasında mukâtaayı iltizâm eden çıkmazsa devlet bu defa ulûfelü bir memur (emîn) görevlendirerek mukâtaa gelirlerini toplama yoluna giderdi ki, buna da “emanet usûlü” denirdi.

-Boyahâneler mukâtaa usûlü ile işletilmektedir.

-İhtisab, kelime olarak hesap sorma, hesaba çekme anlamına gelir. Çarşı ve pazardaki fiyatları, alışverişi ve kaliteyi kontrol işlerine ihtisâp, bu görevi yürüten kişiye de muhtesip veya ihtisap ağası denilmiştir.

-Muhtesip’in geliri, pazarda satılan mallardan alınan resimlerle, eksik ve hileli mal imâl edenlerden ve satanlardan ve tartıda hile yapanlardan alınan cerimelerden meydana geliyordu.

-Miktarı sabit olmayıp ne zaman ortaya çıkacağı bilinmeyen vergi ve resimlere arızî vergiler diyoruz. Bunlara bâd-ı hevâ grubu vergiler de denilebilir

-Bugün kullandığımız bedava kelimesi nereden geldiği belli olmayan anlamındaki bâd-ı hevâ’dan gelmektedir.

-Âdet-i Deştbâni
Cerâim-i hayvanât denilen bu resim, herhangi bir şahsın atı veya sığırı bir başkasının ekinine girip zarar verdiği takdirde, hayvan sahibinden alınırdı.Ekin sahibinin zararı tazmin edilecek ve zarar veren hayvanın sahibine, hayvan başına beşer sopa (ağaç) vurulacaktır.

-Resm-i Arûs
Serbest timarlarda sipahinin nikâhlanan genç kız (bâkire) veya dul kadınlardan(seyyibe) aldığı  vergidir.

-Tapu Resmi
Mülkiyeti devlete ait araziden çift(lik) tasarruf eden reâyâ, bir defaya mahsus olmak üzere sipahiye resm-i tapu adı altında bir resim ödemektedir.

-Cürüm ve Cinayet Resmi (Resm-i Cerâim)
Osmanlı ceza hukukuna göre suçlular işledikleri suçun cezasına ve zenginlik derecelerine göre para cezası ödemeye mahkûm edilirlerdi.

-Gümrük kelimesi bir ülkeden diğerine ithalat ve ihracat yapılan yer anlamına geliyorsa da gümrük resmi mâlî bir terim olarak bir ülkenin liman ve hudut kapılarından giren-çıkan mal ve eşyâ üzerinden alınan resme denilir.

-Bir memleketden diğer memlekete gerek kara ve gerek deniz yoluyla getirilen her çeşit emtia ve ticarî eşyadan alınan gümrük resmine “âmediyye” denilir

-Şayet emtia ve eşyâ dışarıya çıkarılacak olursa bu takdirde alınan gümrük resmine de “reftiyye”
adı verilir.

-Hariçten gelen mallar ülke içerisinde sarf olunmayıp başka bir ülkeye götürülürse (transit) ondan alınan gümrük resmi “masdariyye” ya da “mürûriyye” tabîr olunur.

-Gümrük resmini ödeyen bir tüccarın eline “edâ tezkeresi” denilen bir belge verilirdi.

-Bâc, sancak kanunnâmelerinde sancağa hariçten gelen fakat orada satılmayarak transit geçen ticaret
metaından alınan vergi olarak tanımlanmıştır.

-Damga pazarda satılan ticarî mallardan alınan bir vergidir. Bazı yerlerde kara damga da denilirdi.

-Avârız, avârız-ı dîvâniye veya tekâlîf-i örşyye, XVI. yüzyılın sonlarına kadar, fevkalâde
zamanlarda alınan ve miktarı doğrudan dîvân-ı hümâyûn tarafından tesbit edilen bir vergi türüdür.

-Avârız Vergisi, XVII. yüzyıla kadar umumiyetle sefer masraflarının karşılanması için toplanmış ve bu yönüyle arızî bir özellik göstermiştir. Fakat XVI. yüzyılın sonlarında Osmanlı parasının sarsıntı geçirmesi ve vergi düzeninin ıslah edilemeyişi sebebiyle avârız, her yıl muntazaman toplanan, devamlı ve nakdî bir vergi hâline gelmiştir.

-Şahısların avârız mükellefi olması için ev, tarla, dükkân vs gibi bir gayrimenkul sahibi olmaları şartı
aranmaktadır.

-Kanun Dışı Vergiler
Kanunnâmelerde ön görülmediği ve defterlerde bulunmadığı halde ehl-i örf denilen ve devlet hizmeti yürüten görevlilerce halktan salgun, salma, ayak bastı parası vs. gibi çeşitli adlar altında anılan vergiler de vardı.Devlet, tekâlîf-i şakka olarak nitelediği bu vergileri meşru saymadığı gibi yasadışı ilan ederek, alanları cezalandırma yoluna gitmiştir.

OSMANLI MERKEZ VE TAŞRA TEŞKİLATI  6.ÜNİTE ÖZET (acemim)
VAKIF NEDİR?

-Vakıf (vakf), Arapça bir kelimedir. Sözlükte durdurmak, alıkoymak, hapsetmek mânâlarına gelir. İslâm ülkelerinin sosyal ve ekonomik hayâtında önemli roller oynayan dînî ve hayrî müesseselerin adı olarak kullanılmıştır.

-Vakıf, kişinin, sâhip olduğu bir malı, diğer insanların faydalanmaları maksadıyla ve Allâh’ın rızâsını gözeterek ebediyyen tahsîs etmesidir.

-Bu şekilde tahsis edilen bir mülk, alınıp satılamaz; bir başkasına devredilemez;

-Tekrâr kişilerin mülkü hâline getirilemez

-Faydalananlar bulunduğu ve vakıf hukûkunca çerçevesi çizilen şartlara tecâvüz edilmediği sürece, tahsis edildiği cihetten başka bir cihete yönlendirilemez.

VAKIFLARIN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ

-Maddî imkânları uygun olan insanlar, içinde yaşadıkları topluma faydalı olmak, çevrelerinde yaşayan ve ihtiyaç içinde kıvranan insanların sıkıntılarını gidermek sûretiyle mânevî bir huzûra kavuşmayı arzulamışlardır. Sırf bu sebepledirki, vakıf yoluyla kurulan ve topluma hizmet sunan müesseselere, İslâm dünyâsındave bilhassa Osmanlı kaynaklarında hayrât denilmiştir.

-Ribat: Sınırları düşman saldırısından korumak amacıyla teşkilatlanmış olan askerler için hudut boylarında inşa edilen kışla ve tekkeler; müstahkem yapılar. Han, misafirhane.

-Dâire-i adliye (adâlet dâiresi veya çemberi)

-Osmanlı sultanlarından ilk defa vakıf kuran Orhan Bey olmuştur.

-Orhan Bey, Sakarya ilinin Pamukova ilçesi, merkez bucağına bağlı bir yerleşim yeriolan Mekece’de bir hankah (tekke, zâviye) yaptırmış ve mütevellîliğini âzâdlı kölelerinden Tavâşî Şerâfeddîn’e havâle etmişti.

-Mütevelli: Vakıf işlerini idare etmek üzere tayin olunan zat.

-Yıldı rım Bâyezid  Bursa’da bir dâru’l-hayr (hayır evi), bir dâru’ş-şifâ (hastahâne), bir tekke, iki medrese ve bir câmi yaptırmış,

-Bursa’da vakıf olarak kurulan Murâdiye külliyesi, Sultan II. Murad ’ın eseri idi.

VAKIF ÇEfiİTLERİ
-Vakıflar, temelde iki ana gruba ayrılır. Birincisi, doğrudan hizmet üreten vakıflar; ikincisi ise, birinci grupta yer alan vakıfları ayakta tutmak ve hizmet üretmelerini sağlamak üzere kurulan vakıflardır.

-Birinci grupta bulunanlara, aynıyla intifâ olunan vakışar denir ki câmi, mescid, medrese, mektep, daru’ş-şifâ (hastahâne),imârethâne (aş-evi), tekke, zâviye, misâfirhâne, kütüphâne, köprü, çeşme, sebil gibi yapılardan oluşan kuruluşlar bu türdendir. Bu tür vakıflara müessesât-ı hayriyye (hayır kuruluşları) de denmiştir.

-İkinci grupta yer alan vakıflar ise gelirleriyle intifâ olunan vakıflar adıyla bilinir; bunlar diğer vakıfların finans kaynaklarıdır; birinci grupta yer alan vakıf müesseselerini ayakta tutmak için, onlara gelir sağlarlar. Arâzî, han, hamam, dükkân, binâ, para ve benzeri mal ve mülklerin vakfedilmeleri bu türdendir. Bu tür vakışara, Osmanlı döneminde gerçek vakıf (asl-ı vakf) denmiştir. Bunlara vakıf gelirleri (akârât) demek de mümkündür.

-Araştırmacılar, vakıfları üç gruba ayırarak incelemişlerdir.
Bunlar:
1. Şer’î veyâ hayrî vakıflar,
2. Âile vakıfları (ehlî veyâ âdî vakıflar),
3. Yarı âile vakıfları.

-1. Şer’î veya Hayrî Vakıflar: Bu tür vakışar, gerçek mânâda vakışardır. Bu grupta değerlendirilen gelir kaynaklarından elde edilen gelirlerin tamamı, hiçbir kısıtlamaya ve şarta bağlı olmadan, doğrudan doğruya tahsis edildiği hayır kuruluşuna gider.

-2. Âile Vakıfları (Ehlî veya Âdî Vakıflar): Bu gruba giren vakışarı, bir tür âile işletmeleri gibi düşünmek de mümkündür. Çünkü vakfedilen gelir kaynaklarının tasarrufunda bir takım kısıtlayıcı şartlar bulunmaktadır. Bu gibi vakışar ancak kurucusunun nesli kesilince, yâni âilesinden yaşayan kimse kalmaması durumunda, birinci grup vakışara -şer’î veyâ hayrî vakışara- dönüşür

-Böyle bir yolun tâkip edilmesinin zaman zaman tartışmalara ve tenkitlere sebep olduğu görülür. Kişilerin mülklerini vakfederken, esas îtibâriyle tahsis ettikleri müesseseleri değil âilelerini düşündükleri, mal ve mülklerini vakıf şemsiyesi altında dış saldırılara veya müsâderelere karşı korumaya çalıştıkları ileri sürülmüştür.

-3. Yarı Âile Vakıfları: Bu gruba giren vakışar, bir yönüyle yukarıda zikredilen âile vakıflarına, diğer yönüyle, birinci grupta yer alan şer’î veya hayrî vakıflara benzerler. Çünkü bunlar gelirlerinin, belirli şartlar çerçevesinde vakfı kuranın âilesiyle şer’î veya hayrî kuruluşlar arasında pay edildiği vakıflardır. Bu usûl, Osmanlı döneminde yaygın olarak kullanılmıştır; aynı zamanda mülk edinmenin en kestirme yollarından biri olarak kullanılmıştır.

-GELİR KAYNAĞI DURUMUNDAKİ VAKIflAR
Aynıyla intifâ olunan veyâ müessesât-ı hayriyye adıyla anılan câmi, mescid, medrese, mektep, hastahâne, yol, su, köprü ve benzeri binâ ve kuruluşlardan oluşan vakışar, gerçekte hizmet üreten ve sunan vakıflardır.

-Tarım alanlarının vakfedilebilmesi için temlik ve temellük yolu kullanılmıştır.

-Ebussuud Efendi’nin bir fetvâsına göre, bu vakıfları tahsis eden kişi, gerçekte zamânın hükümdârı (hâkim-i vakt) olduğu için, gerekli gördüğü takdirde hükümdarın tahsisini iptal ederek bunları başka bir cihete yönlendirmesi mümkündü

-Fâtih Sultan Mehmed, bu yolla devlet gelirlerinin önemli bir bölümünün kişilerin mülkiyetine geçmesinin hazîneye verdiği zararları önlemek için, tahsis ve irsad nitelikli vakıfların büyük bir kısmını eski hâline getirerek tekrar timar sistemine dâhil etmişse de, onun ölümünün ardından oğlu II. Bâyezid döneminde, uygulamadan zarar görenlerin baskıları sonucu, söz konusu arâziler yeniden vakıf hâline getirilmiş ve eski sâhiplerine iâde edilmiştir.

-Tahsîs ve irsâd kabîlinden olmayan, yâni kişinin gerçekten kendi mülkü olan bir malı gelir kaynağı olarak bir hayır kuruluşuna vakfetmesine ise, vakf-ı sahîh (gerçek vakıf) denmiştir. Sahîh vakışar, kurucusu ve hükümdar da dâhil, kimsenin müdâhale edemeyeceği nitelikte bulunmaları dolayısıyla bu isimle anılmışlardır. Bu vakışara müdâhalenin tek yolu, vakfedildiği kuruluşun artık hizmet veremez duruma düşmesidir.

-Vakıf literatüründe, menkul veya gayr-i menkul mallardan elde edilen gelirlere akarât denmiştir.

-VAKFEDEN KİŞİDE BULUNMASı GEREKEN FİARTLAR

*Vakıf yapan kişinin (vâkıfın), temlik ve teberrua ehil olması gerekir. Başka bir deyişle akıl sâhibi, erginlik (bülûğ ve rüşd) çağına erişmiş vehür olması lâzımdır.

*Vakıf yapanın kişinin, her hangi bir borç veyâ müsrişik yüzünden, kendi malını kullanma yetkisi hâkim tarafından elinden alınmış (mahcûr) olmaması gerekir.

*Vakıf yapan kişi, yaptığı işi, her hangi bir zorlama ile değil, kendi rızâsıyla yapmalıdır.

*Vakıf yapan kişi, vakfettiği malı, mülkü, parayı, bir çıkar gözeterek değil, sâdece hayır ve sevap kazanma düşüncesiyle yapmalıdır.

VAKFEDİLEN MALDA BULUNMASı GEREKEN FİARTLAR

*Kişinin vakfedeceği mal-mülk, vakfın gerçekleştirildiği sırada bizzat kendi mülkiyetinde olmalıdır.

*Vakfedilen mal, borç veya herhangi bir menfaate dayalı olmamalıdır

*Vakfedilen malın ev, dükkân, tarla gibi gelir getiren türden mülk veya mülkler olması gerekir.

*Gerçekleştirilen vakfın, sonradan vazgeçme veya başka bir yöne tevcih gibi bir şart taşımaması, hukukî ifâdesiyle muhayyerlik şartıyla sakatlanmaması lâzımdır.

*Vakfedilecek mülk binâ veya ağaç türünden bir mal ise, yıkılmaya veya sökülmeye mahkûm olmamalıdır.

*Vakfedilen mülkün gelirlerinden faydalanacak olanların, hukukî ifâdesiyle meşrûtun-lehinin belirtilmesi lâzımdır

VAKIflARIN KURULUfi ŞEKİLLERİ
a) Tescil Sûretiyle: Bu yol, yapılan vakfın resmî kayıtlara geçirilmesi demektir. Vakfiyelerde(yazılı belge), vakfın niçin kurulduğu, kurulan vakıftan kimin veya kimlerin faydalanacakları; yapılan vakıf mülk durumunda ise vasışarı ve sınırları açık bir şekilde belirtilir.

b) Vasiyyet Yoluyla: Arşivlerimizde bazı kişilerin sâhip oldukları mülkleri, ölümlerinin ardından vakfettiklerini gösteren örnekler de mevcuttur.

c) Fiil ve Hareketle: Bu tür vakışar, daha ziyâde kendilerinden doğrudan faydalanılan, hukukî ifâdesiyle aynıyla intifâ olunan vakıf kuruluşlarıdır. söz konusu mekânı insanların hizmetine sunduğunu açıkça ortaya koyan kişinin, yaptırdığı câmi veya mecsid için ayrıca kadıya (mahkemeye) başvurmasına ve tescil yaptırmasına gerek yoktur.

- Vakıf kurucusu (vâkıf) tarafından hazırlanan ve aynı zamanda hukukî belge niteliği taşıyan nizâm-nâmelere vakfiye denir.

- İlk vakfiyenin İslâm târihinde halîfe Hz. Ömer tarafından yazıldığı rivâyet olunur.

- Anadolu’da Türkçe yazılmış ilk metin olan Germiyanoğlu II. Yâkub Bey’in vakfiyesi taş üzerine yazılmıştır.

- Bir vakfiyenin üç ana bölümden oluştuğunu söyleyebiliriz. Bunlar:
1. Giriş bölümü,
2. Vakfın kısımlarının ve hizmet şartlarının yer aldığı teferruat bölümü,
3. Sonuç bölümü.

- Vakfiyelerin giriş  kısımları(mukaddime, dîbâce) niteliğindedir; bu yüzden, ana bünyeden sayılmaz; dolayısıyla hukukî açıdan bağlayıcı değer taşımazlar.

- Vakfiyelerin en önemli kısımları, girişi tâkip eden bölümlerdir. vakışa ilgili bütün bilgiler etraşı bir şekilde açıklanır. Verilen bilgilerden:
• Vakıf sistemi çerçevesinde kurulan müesseselerin neler olduğunu,
• Bunları ayakta tutmak üzere tahsis edilen malların (gelir kaynaklarının) neler olduğunu (aynı zamanda bunlar da birer vakıftır),
• Tahsis edilen bu malların nasıl yönetileceğini; gelirlerinin nasıl toplanacağını,
• Vakıf gelirlerinin nerelere, kimlere, hangi şekillerde ve ne miktarda harcanacağını,
• Bir bütün olarak vakfın kimler tarafından yönetileceğini; personel olarak kaç kişinin çalışacağını; bunların taşımaları arzulanan şahsî niteliklerin neler olması gerektiğini; kendilerine ne kadar ücret ödeneceğini; ücretlerin hangi gelirlerden karşılanacağını,
• Bakım ve onarım (ta’mîr ve termîm) ihtiyâcı duyan vakıf yapılarının nasıl onarılacağını ve bu iş için yılda ne kadar meblağ ayrıldığını... öğrenmemiz mümkündür.

- Vakfiyelerin son kısmında ise kadının (hâkimin, mahkemenin), kurulan vakfın geçerliliğine (sıhhat ve lüzûmuna) dâir hukukî gerekçelerine yer verilir.

- Tescil edilen vakfiyeler, tescilden sonra Osmanlı döneminde başkent İstanbul’da bulunan Defterhâne’nin ilgili birimine de kaydettirilirdi.

-O dönemden kalma vakfiyeler, bugün Ankara’da Vakışar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde muhâfaza edilmektedir.

- Defterhane: Osmanlılarda arazi ve timar kayıtlarıyla ilgili defterlerin saklandığı devlet dairesi.

VAKIflARIN İDARESİ
- Sıradan insanlar tarafından kurulan her vakfın idâresinden sorumlu, mütevellî isimli bir yöneticisi vardı.

- Osmanlı hükümdarı Orhan Bey’in Bursa’da yaptırdığı câmi ve zâviyesinin idâresi Sinan Paşa’ya havâle edilmişti.

- Sultanlar tarafından kurulan vakıfların nâzır ve mütevellî ismiyle bilinen iki üst yönetici bulunurdu.

-1826’da Evkâf Nezâreti’nin kurulmuştur.

OSMANLı DEVLETİNİN KLÂSİK DÖNEMİNDE VAKıflARıN İDÂRESİYLE MEŞGUL OLAN KURULUŞLAR

1) HAREMEYN NEZÂRETİ: Haremeyn (=iki harem, iki kutsal şehir) kelimesi, İslâm dîninin iki kutsal şehri olan Mekke ve Medine’yi nitelemek için kullanılmıştır.

- Haremeyn Nezâreti, dört dâireden oluşmaktaydı:
a. Evkâf-ı Haremeyn Müfettişliği: Vakıflarla ilgilenen diğer müfettişliklerden ayrı çalışan ve nezâretin idâresi altında bulunan vakıfların hukukî işleriyle uğraşırdı.
b. Evkâf-ı Haremeyn Muhâsebeciliği: Asıl vazîfesi, vakışarın muhâsebe işlerini teftiş ve kontrol etmekti.

c. Evkâf-ı Haremeyn Mukâtaacılığı: Haremeyn vakışarından olup yıllık maktû bir gelir karşılığı kiralanan vakıf arâzi ve binâlarının kayıtları bu dâire tarafından tutulurdu.

d. Dâru’s-saâde Yazıcılığı: Dâru’s-saâde ağaları tarafından idâre olunan vakıfları n bütün yazışmaları bu dâire tarafından gerçekleştirilirdi.

2) VEZİR NEZÂRETİ: Nâzırlığı vezîr-i âzamlar (sadrâzamlar) tarafından yürütülen vakışar, bu nezârete bağlı idi. Nezâretin kuruluşu, Fâtih Sultan Mehmed döneminin ilk yıllarına kadar gider. Fâtih, 1463 yılında, İstanbul’da kurduğu vakıf müesseselerinin nâzırlığını vezir Mahmud Paşa’ya vermişti.

- Fâtih Sultan Mehmed’in, Yavuz Sultan Selim’in ve Kanûnî Sultan Süleyman’ı
n vakıfları olması dolayısıyla, bunlara evkâf-ı selâse (üç vakıf) de denirdi.

3) ŞEYHÜLİSLÂM NEZÂRETİ: Bu nâzırlık, Sultan II. Bâyezid tarafından ülke genelinde kurduğu bütün vakışara nezâretten sorumluydu. Sultanın 1506’da vakışarının nezâretini Şeyhülislâm Alâeddin Ali Efendi’ye havâlesiyle kurulmuş sayılır.

4) TOPHÂNE ÜMERÂSı NEZÂRETİ: Sultan Bâyezid, Hamidiye, Lâleli, Selîmiye, Mihrişâh Vâlide ve Sultan II. Mahmud vakışarının mülhakât ve mukâtaatından oluşmakta ve Darphâne tarafından idâre edilmekteydi.

5) İSTANBUL KADıLARı NEZÂRETİ: Kontrolü kadılara bırakılmış olan vakıfların tamamına İstanbul kadıları nezâret etmekteydi.

- Sultan II. Mahmud, vakışarla ilgili  problemlerin çözümünü, vakışarın hepsinin tek bir çatı altında birleştirmekte gördüğünden Evkâf-ı Hümâyûn Nezâreti ni kurdu. Bu isim, çoğunlukla Evkâf Nezâreti olarak bilinir.

- Evkâf Nezâreti ilk kurulduğu sırada Kîsedârlık, Zimmet Halîfeliği ve Sergi Halîfeliği adlı üç birimden oluşmaktaydı.

- Kîsedârlık, vakıflarla ilgili bütün yazışmaları (i’lâm, takrîr ve inhâları) yürütmekten sorumluydu.

- Zimmet Halîfeliği ise, vakıf mukâtaaları (yıllık belirli bir meblağla kiraya verilen gelir kaynakları), sarraşardan alınacak kefâlete bağlı borç tahvilleriyle ilgili işlemleri yürütmek; kira antlaşmalarını düzenlemek, gelirleri tahsil etmek, bunlarla ilgili muhâsebe kayıtlarını kontrol etmek gibi işleri yürütmekteydi.

- Sergi Halîfeliği’nin vazîfesi ise, Nezâret’in kasasına gelen paraları alma, muhtelif vakıf kuruluşlarının vakfiyelerine göre yıllık ve günlük gider bütçelerini hazırlama gibi işlerdi.

- Cumhûriyet döneminin ilk yıllarında 3 Mart 1924’te- çıkarılan 429 sayılı kanunla Evkâf Nezâreti kaldırıldı; yerine Başbakanlık’a bağlı Vakışar Umum Müdürlüğü kuruldu.

VAKIflARIN HİZMET ALANLARI
1. Dinî hizmetlerin yerine getirilmesi için kurulmuş vakıflar: Câmiler, mescidler, namazgâhlar, tekkeler, zâviyeler ve benzeri yapılar bu cümledendi.

2. Eğitim ve kültür işlerine yardımcı olan vakıflar:Mektepler, medreseler, kütüphâneler,dâru’l-hadisler (hadis eğitimi veren okullar), dâru’l-kurrâlar (hâfız yetiştiren okullar) ve benzerleri bu tür vakıflardı.

3. Sivil ve askerî alanda hizmet sunan vakıflar: Kamuya hizmet veren bir takım evler, saraylar, kışlalar, ribatlar, tophaneler, silâh sarayları, bahçeler(günümüzün parkları) bu vakıfların eserleriydi.

4. İktisâdî ve ticârî alanda hizmet sunan vakıflar:çarşılar, bedestenler, arastalar, hanlar, kapanlar, dükkânlar ve benzerleri bu vakıflar tarafından binâ ve inşâ edilmişlerdi.

5. Sosyal hizmetleri îfâ eden vakıflar:Hastahaneler, dâru’ş-şifâlar, kervansaraylar,imâretler (aş-evleri), dâru’l-acezeler (yaşlı ve kimsesizlerin sığındıkları yerler), kör evleri, çocuk emzirme yurtları, cüzamlı yurtları ve benzerleri bu tür vakıflar tarafından kurulmuştu.

6. İnsanlara su temin eden vakıflar: Ülkenin her tarafında sayısız örnekleri görülen çeşmeler, sebiller, şadırvanlar, su kemerleri, su bentleri, hamamlar, kaplıcalar ve benzerleri, bu tür hizmetleri yürütmek üzere kurulmuş vakıfların eserleriydi.

7. Bâzı sportif faaliyetleri gerçekleştirmek üzere kurulmuş vakıflar: Güreş ve okçuluk tekkeleri (salonları), ok meydanları, spor âbideleri ve benzeri faaliyetler için kurulmuş yapılar da bu tür ihtiyaçları karşılamak maksadıyla oluşturulmuş vakıfların eserleriydi.

OSMANLI MERKEZ VE TAŞRA TEŞKİLATI  7.ÜNİTE ÖZET (acemim)

KLASİK DEVİR VE ISLAHATLAR
-XV. yüzyılın ortalarından XVI. yüzyılın sonlarına kadar olan devre, çoğu Osmanlı tarihçisi tarafından Osmanlı “klâsik devri” olarak tanımlanır. Bu devirde Osmanlı Devletinin bütün kurumlarıyla ve meydana getirdiği medeniyetle birlikte “altın çağ”ını yaşadığı söylenmektedir.

-Burada iki farklı “altın çağ” tasavvurundan bahsedilebilir.
Birincisi, İbn Haldun’un teorisindeki saf ve bozulmamış ve asabiyet ile harekete geçip iktidarını kurmuş bedevî unsurun ilk dönemi gibidir; yani henüz saf ve idealist bir kurucu beyler dönemi...

-İkincisi ise, Osmanlı bağlamında modern tarihçilerin “klasik çağ” dediği, devletin zirveye ulaştığı dönem, yani Fatih’ten Kanunî devri ortalarına veya sonlarına kadar süren yaklaşık yüz yıllık devir.

-Kadim düzenin bozulmasına dair esaslı bir tenkit, Âşıkpaşazâde tarafından Fatih devrinde yapılan vakıf ve mülklere yönelik meşhur malî ıslahat çerçevesinde Rum Mehmed Paşa ve Nişancı Mehmed Paşa gibi vezirlere yöneltilmiştir.

-Âşıkpaşazade de Yıldırım Bayezid’ın mal biriktiren hükümdarlardan olduğunu, memlekette kıtlık olduğunu, biriktirdiği malı ise Timur’un yediğini belirtmekte, mal biriktirmek yerine hayır için sarf edilmesini salık vermektedir.

-Kanun-ı Kadim Islahatname olarak da adlandırılan, nasihat kitabı, layiha ve siyasetname tarzında
kaleme alınan bu eserlerde esas itibariyle eski, ideal düzenin bozulması büyük ölçüde Osmanlı nizamının temeli olan “kanun-ı kadim”in ihlaline bağlanır.

-Mustafa Âli’nin Nushatü’s-Selâtin adlı eserinin ikinci babı “fî zamanına hilâf-ı kavânîn zuhûr iden ihtilâl-i mevfûr”a hasredilmiştir. Burada yazar kanuna aykırı gördüğü uygulamaları somut örneklerle açıklar.

-Koçi Beğ Risâlesi’nin ana kaynaklarından biri olduğu anlaşılan Kitâb-i Müstetâb adlı eser, temelde daire-i adliye kavramında (reaya olmazsa hazine, hazine olmazsa ordu olmaz; ordu olmazsa ülke ve devlet ayakta duramaz, mülk olmazsa adalet olmaz, adalet olmazsa da reaya huzur içinde üretim yapamaz) odaklaşan siyaset anlayışına uygun bir tarzda kaleme alınmıştır. Yazar, çözülme ve
bozulmanın III. Murad’ın saltanat yıllarında başladığı görüşündedir.
-Osmanlı toplum ve devlet düzeninde meydana gelen değişikliklerin gelenekçi bir bakış açısıyla tahlilini yapan risâlelerin en çok tanınanı ve belki de en kapsamlısı ise Koçi Beğ Risâlesi’dir.

-Koçi Bey Risalesini IV. Murad’a sunmuştur.

- Koçi Bey’e göre, Kanunî Sultan Süleyman devrine gelininceye dek padişahlar her işle ilgileniyorlar, divan toplantılarına bizzat katılıyorlardı. Kanunî ise, kafes arkasından da olsa divan toplantılarını takip ediyor ve ülke meselelerinden böylece haberdar olabiliyordu. Yine eskiden idareciler kul menşeinden geliyordu ve reâyâ ve esnaf kul tâifesine karıştırılmıyordu. Koçi Beğ’in, kanûn- ı kadîm’e aykırı uygulamaların mümkün mertebe kaldırılması, mansıpların hak sahiplerine tevcihi ve veziriâzamın müstakil olması gibi esaslara dayanan gelenekçi ve idarî niteliği ağır basan bir ıslahata taraftar olduğu anlaşılmaktadır.

- Nushatü’s-Selâtin’de Âlî, kanuna aykırı gelişmelerin ve ülke düzeninin bozulmasının padişahtan gizlendiğini öne sürer, doğru sözlü bir kulunu musahib edinmesini padişaha tavsiye eder. O’na
göre ihtilâlin en önemli sebeplerinden biri, aşağı kimseler (edanî)in yüksek mevkilere getirilmesidir.

- Bid’at: icat etmek, inşa etmek demek olan bd’a kökünden gelen bid’at’in kelime anlamı
sonradan ortaya çıkan şey demektir. Dinî açıdan Hz. Peygamberden sonra ortaya çıkan
şeylere denir.
- III. Murad’a sunulan Hırzü’l-Mülûk’ta, Yavuz Sultan Selim ve Fatih
Sultan Mehmed’den sitayişle bahseden yazar, Yavuz’un başarısının temelinde Allah’a
tevekkül etmesinin ve hayırlı işlerde “bu kanûn-ı Osmanî’ye muhaliftir dimeyüp
heman icra idüp Selatin-i izam her ne iderlerse kanun olur” diye buyurması-
nın yattığını vurgular.
- Hırzü’l-Mülûk yazarı rüşvetin önlenmesini, hazine gelirlerinin azalmasına yol açan gelişmelere set çekilmesini ve ülke işlerinin adâlet üzere çekip çevrilmesini salık vermekte ve bu işin öncelikle
padişahın dizginleri ele almasına bağlı olduğunu savunmaktadır.
- Usulü’l-hikem fî Nizami’l-âlem yazarı Hasan Kâfî’ye göre ise mevcut bozuklukların başlıca sebepleri rüşvet ve kadınlara rağbet gösterip onların sözleriyle iş görmektir.

- Ayn Ali Efendi’nin 1609’da Kuyucu Murad Paşa’ya sunduğu Kavânîn-i Âl-i Osman der Hülâsa-i Mezâmin-i Defter-i Divan adlı eserinin, “zeamet ve timar hususunda olan ihtilâl def’ ü ref’ olunmak maksud
olursa tedrîc ile ne yüzden mutasavverdir, anın beyanındadır” (zeamet ve timar konusundaki bozulmayı ortadan kaldırmak istenirse aşamalı bir şekilde nasıl yapılacağını açıklar)

- II. Osman’a sunulmuş olan Kitâb-ı Müstetâb’a göre devletin temel dayanakları olan iki ocağın (kul tâifesi ve timarlıların) bozulması, savaşları kaybetmenin temel sebebidir.

- Devrin padişahının (yani IV. Murad’ın) yöneticileri yakından takip ettiğini ve halkın himayesi ile ilgilendiğini belirten Aziz Efendi ise, IV. Murad’ın vezirlerin işlerini de yoluna koyduğunu belirten Aziz Efendi, sultanın, vezir sayısını da azaltması beklenirken tersini yaparak zaten fazla olan vezir sayısını
8’den 11’e çıkarmasını eleştirmektedir. kanûn ve şeriate aykırı temliklerden şikayetçidir. Ona göre hazine gelirlerinin azalmasının bir sebebi de aslen raiyyet olup vergi yükümlülüğünden kurtulmak amacıyla seyyidlik iddiasında bulunan ve bir şekilde -yani rüşvetle- kendini seyyid yazdı-
ranların sayısının inanılmaz bir şekilde artmasıdır.
- Kâtip Çelebi’nin Düsturü’l-amel adlı eserinde, toplum görüşünü ortaya koyduktan sonra, Celâlîlerin çıkışıyla birlikte vergi veren köylü halkın yoksullaşması meselesini ele alan yazar, tarımdaki çöküntüyü vergilerin fazlaca arttırılmasına bağlar. Ancak en önemlisi ve işin başı, emânet ehline verilmek ve gaddarın hakkından gelinmek gerekirken bütün mansıpların yüksek fiyatlarla satılmasıdır.

- Telhisü’l-Beyân’da ise Hezarfen Hüseyin Efendi devletin içine düştüğü buhranın sebeplerini göstermeye çalışır. Eski kanun ve kaidelerin ihmali, bozukluğun en belli başlı sebeplerinden birisi olarak sayılmaktadır.


- Defterdar Sarı Mehmed Paşa’nın Nesayihü’l-Vüzera adlı eserine göre, bunalımın en önemli sebeplerinden birisi, halka zulmedilmesi, köylerin harap ve hâli kalması, hazinenin zaafa düşmesi ve kıtlık vb. zincirleme sonuçları beraberinde getiren rüşvettir.

- Ekâbir sepeti veya sepet timarı: Sahiplerinin ölümü veya başka bir nedenle boş
(mahlul) kalan timarlarla ilgili kağıtlar beylerbeylerinin yanında bulunan bekleme dosyası niteliğinde bir sepette saklanırdı. Beylerbeyleri bunları hak sahiplerine değil kendi adamlarına verdiği için ıslahat layihalarında eleştirilir.


- OSMANLI ASKERÎ, SOSYAL VE MALÎ DÜZENİNDE
XVII. YÜZYIL ISLAHATLARI
- D. Howard, nasihatnâme literatüründeki fikirlerin -arşiv belgelerinin yokluğunda veya kullanılmamasıyla- tenkitsiz bir şekilde kabul edilmelerini eleştirir ve incelemesinde ele aldığı IV. Murad’ın timar sistemindeki ıslahatını bu çerçevede değerlendirir. Ona göre, nasihatnâme/ı slahat lâyihası literatüründe savunulan fikirler bu reformda çok az etkili olmuşlardır.

- ilk köklü ıslahat hareketine II. Osman’ın teşebbüs ettiği belirtilir. Daha önce Celalî ayaklanmaları karşısında devlet adâletnâmeler yayınlamış, Celalî reislerini çeşitli yollarla, kâh devlet görevi vererek kâh birbirlerine düşürerek tasfiye etmiş, nihaî olarak da Kuyucu Murad Paşa’nın şiddet tedbirleriyle bu isyanları
bir süreliğine bastırmıştı.

- Hotin seferinde II. Osman’ın tutumu (sefere bizzat çıkmakta ısrarı, sipahilerin ulûfelerini verdirmemesi, bizzat yoklama yapması vb.) kendisine karşı muhalefeti güçlendiren bir faktör olmuştur. Öte yandan
şeyhülislâmın yetkilerini kısması ve ulemânın arpalıklarını kesmesi ulemâyı da muhalefet cephesine itmişti.

- II. Osman’ın “millî” bir ıslahat programını yürürlüğe koymayı düşündüğü iddiası ise XIX. yüzyılda Mizancı Murad ve XX. yüzyılda da İ. Hami Danişmend tarafından ortaya atılmıştır. Buna göre onun
ıslahat yapmak istediği konular şunlardı:

1. Çürümüş bir kozmopolit toplum haline gelen yeniçeri ve sipahi ocaklarını tamamen kaldırıp yok ederek onların yerine Anadolu, Suriye ve Mısır Türkleriyle Türkmenlerinden millî bir ordu kurmak.
2. Payitahtı İstanbul’dan Anadolu’ya nakledip kozmopolit bir çevreden millî bir çevreye geçmek.
3. İlmiyenin siyasî ve malî etki ve gücünü kırarak bu zümrenin devlet işlerinden elini çekip onları bir din ocağı haline getirmek.
4. Kozmopolit saray geleneklerini değiştirerek Harem-i Hümayunu tasfiye etmek ve hanedanın Türk ailelerinden nikâhla kız almasına yol açmak.
5. Kıyafette değişiklik yapmak.
6. Fatih ve Kanunî’nin eskiyen mevzuatı yerine yeni şartlara uygun kanunlar
yapmak.
- IV. Murad, ülke yönetimini yeniden düzene sokabilmek için başta Koçi Beğ olmak üzere güvendiği kişilerden yapılacak ıslahata dair raporlar istedi.

- IV. Murad timar sistemininıslahı için de bir girişim başlatmış bütün timar ve zeametlerin yoklaması yapılmış ve beratlar yenilenmiştir. Celâlî kargaşası sırasında özellikle Kayseri köylerinden İstanbul’a kaçıp yerleşenlerin tespiti ve geri gönderilmeleri için de İstanbul’da birkaç ay sürenbir teftiş ve tahrir yapılmıştır.

- IV. Murad ülkede nizam ve asayişi şiddet ve idamlarla sağlamaya çalışırken bundan ulema dahil toplumun bütün kesimleri nasibini almış ve o arada fitne ve bozgunculuk kaynağı olarak görülen kahvehaneler kapatılarak tütün içilmesi de yasaklanmıştır.

- Valide Turhan ile Büyük Valide Kösem arasındaki rekabetin de devrede olduğu bu dönemde ağaların hakimiyetine son vermek amacıyla IV. Mehmed ulemayı ve sipahileri saraya davet etti, sancak-ı şerif çıkarıldı.Bunun üzerine ocak mensupları ağalarını terk edip sancağı şerifin altında toplandı
lar ve ağaların iktidarı sona erdi.
- Çınar Vak’ası (veya Vak’a-i Vakvakiye) :Hazine buhranı ve züyuf akçeden ulûfe ödenmesi ve esnafın bu paraları kabul etmemesi üzerine mağdur olan yeniçeri ve sipahiler bu durumdan kâr sağlayıp hazineyi müşkül duruma düşürdüğüne inandıkları otuz kişiyi istemişler, durumun ciddiyetini anlayan padişah bu istekleri yerine getirmiştir. Katledilenler Sultanahmet’teki çınar ağacı na asıldığından bu olaya Çınar Vak’ası (veya Vak’a-i Vakvakiye) denilmişti.

- Köprülü Mehmed Paşa, sadaret teklifini kabul ederken padişaha arz ettiği işlerin geri çevrilmemesi,tayin ve azillerde işine karışılmaması, ileri gelen devlet adamlarından birisi hükümdara danışman yapılarak kendi bağımsızlığına halel getirilmemesi ve hakkı ndaki söylenenlere göre hareket edilmemesi şartlarını ileri sürmüş ve bu şartlar kabul edilmiştir.

- Osmanlı devlet adamlarının ıslahat konusundaki pragmatizminin örneklerine Köprülü ailesi fertlerinin veziriazamlıkta bulunduğu dönemlerde de rastlanır.

- Tekâlif-i şakka: Taşra yöneticilerinin gittikleri yerlerde halktan aldıkları nal-baha, yem-baha, zahirebaha,
devir-baha vb. adlarla topladıkları, adâletnâmelerde bid’at olarak nitelenen olağan dışı vergilerin genel adıdır.

OSMANLI MERKEZ VE TAŞRA TEŞKİLATI  8.ÜNİTE ÖZET (acemim)

-Osmanlı tarihçiliğinin önde gelen ismi Halil İnalcık, dönemlendirmede katı bir teorik çerçeve yerine Osmanlı tarihinin birbirini izleyen dönemlerini şu açılardan incelemeyi öneriyor:
• Osmanlılarla yabancı güçler arasındaki denge,
• hükümdarın otoritesinin imparatorluktaki gelişimi,
• öbür güçler karşısında tesis ettiği denge,
• ve nihayet devletin askerî, malî ve sosyal kurumlarının dayandığı toprak tasarrufu sisteminin işleyişi.

-Karpat’a göre Osmanlı tarihi şu dönemler çerçevesinde ele alınabilir:
a) Hudut boyları: Uç beyleri, 1299-1402
b) Merkezî yarı-feodal dönem, 1421-1596
c) Taşrada Özerklik ve Ayanlar, 1603-1789
d) Ulus Devlet Olma Dönemi: Modern Bürokrasi ve Aydınlar, 1808-1918.
-Osmanlı tarihinin temelde iki ana döneme (Kuruluş ve Klasik dönem ile Modernleşme ve Dağılma dönemi)
ayrılabileceği ve Klasik dönemin III. Selim’e kadar sürdüğü de söylenebilir.
-XVI. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan değişiklikler uzun süre duraklama ve bozulma olarak tanımlanmıştır.

-Fetihlerin Yavaşlamasının sebepleri arasında,
Batıda Viyana önlerinde Habsburglar tarafından durdurulurken, doğuda İran platosu ve Safevîler, Osmanlı ilerlemesine set çekiyordu. Afrika’da çöl, Hint Okyanusu’nda Portekizliler ve kuzeyde Ruslar, Osmanlılar için hayatî önemi haiz fetih politikasının sona erdiğinin işaretlerini vermekteydiler.

-II. Osman, IV. Murad, IV. Mehmed gibi padişahlar fetih siyasetine büyük önem verdiler. Sultan İbrahim döneminde Girit’in
fethi girişimi de bunun örneklerindendir.
-EKONOMİK NEDENLER

Ticaret Yolları Mücadelesi
-İran’a karşı faaliyetlerinin temelinde, büyük ölçüde Hint ticareti ile İran ipeği etrafı nda odaklanan ticaret yolları mücadelesi yatmaktaydı.

-Osmanlılar, ülkelerinden geçmekte olan transit ticaretin aracısı olmak rolünü benimsediler ve bu pozisyonlarını sürdürebilmek için her türlü önleme başvurdular.

- Osmanlılar, Hristiyanlığı yaymak ve baharatın kaynağına ulaşmak için harekete geçen Portekizlilere karşı Hint Okyanusu’nda büyük ve zorlu bir mücadeleye girdiler.

- Amerikan Gümüşünün Etkisi ve Fiyat Yükselmeleri
- Amerikan gümüşünün diğer Avrupa ülkeleri gibi Osmanlı ülkelerini istilâ etmiş olmasıdır. Bu istilâ, özellikle 1570’lerden sonra Akdeniz ülkelerindekuvvetle hissedilen bir genel fiyat yükselmesine yol açmıştır.

- Bu fiyat yükselmesini, devletin paranın istikrarsızlığı karşısında akçe içindeki gümüş miktarını azaltması, yani züyuf akçenin ortaya çıkışı izlemiş; bu ise kalp yani sahte paraların yaygınlaşmasına ve sonuçta devalüasyona neden olmuştur.

- Züyuf akçe: İçindeki gümüş miktarı azaltılmış, dolayısıyla değeri düşmüş akçe.

- Tağşiş: kelime anlamı “Karıştırmak saşığını gidermek. Değerli bir şeyi değeri olmayan şeylerle karıştırmak.” Terim olarak akçenin içindeki gümüş
miktarını azaltarak, içine başka, değersiz madenler katılmak anlamını taşır.

- Ateşli Silahların Üstünlük Kazanması
- Ulûfeli asker sayısının arttırılmasına yol açan bir olgu olarak savaşlarda ateşli silahların kullanılmasının yaygınlaşması ve yaya ordusunun ön plana çıkması

- Nüfus Artışı ve İşsizlik
Osmanlı klâsik düzenindeki yapısal değişikliklerin temelinde yatan unsurlardan ve XVI. yüzyıl sonlarında özellikle Anadolu’da ortaya çıkan Celâlî hareketlerinin başta gelen sebeplerinden birisinin, XVI. yüzyılın ikinci yarısında tespit olunan nüfus
artışı olduğu kanısı yaygındır.
- Tahrir Defterleri: Klasik dönemde timar sisteminin uygulandığı sancaklarda yapılan vergi nüfusu ve vergi sayımının sonuçlarını içeren defterler.

- Büyük çaptaki nüfus artışı ve buna karşılık tarım üretimindeki artışın buna yetişememesi kır kesiminden kentlere göçlere yol açtı. Ancak kasaba ve kentlerde yeterli iş imkânlarının bulunmadığı durumlarda işsiz kalan gençlerin ya suhte (medrese öğrencisi) olarak medreselere ya da sekban-sarıca olarak bey kapıları na yığıldıklarını ve bu grupların da çeşitli sebepler yüzünden bir huzursuzluk kaynağı oluşturduklarını biliyoruz

- “Büyük Kaçgun”  ,Celalî olayları nedeniyle insanların bulundukları yerden göç etmesi
- Değişimin Ana Nedenleri Hakkında Bir Değerlendirme
*Padişahların yetişmetarzı, şehzadelerin sancağa çıkma usûlünün terkedilmesi
* Merkezde vezirler vb. üst yöneticilerle kapıkullarının ve yine taşrada ümerânın etkinliğinin artması,
* Yeniçeri Oca-ğı güçlenirken diğer taraftan da devşirme usûlüne aykırı olarak ocağa Türk soyundan gelenler de alınmaya başlandı
* köylerini terkeden gençlerin teşkil ettiği sekban-sarıca (levend) grupları sosyal ve idarî düzeni tehdit etmeğe başlamıştı.
* Sekban ve sarıcaların askerî sisteme dâhil edilmesinin bir önemli sonucu, bunların terhis edildikleri ya da istihdam dışı kaldıkları dönemlerde kolayca eşkıya gruplarına dönmesinden kaynaklanan asayiş sorunudur.
* Anadolu’yu kasıp kavuran ve pek çok köyün terk edilmesine sebebiyet veren Celalî isyanlarında bu sekban-sarıca topluluklarının faal rol oynadığı bilinmektedir.

- MERKEZ TEfiKİLATINDA DE⁄İfiME
- En önemli değişiklilerden biri hanedan mensuplarının payitahtta toplanmasına yol açan kafes usulüdür. Böylece eyaletlerde sancak beyliği yapan ve dolayısıyla özellikle Anadolu’daki belli başlı şehzade başkentlerinde İmparatorluk başkentinin küçük modellerini gerçekleştiren şehzadelerin artık gündemden kalkması, merkezdeki yapıyı da etkiledi.

- Kul Sisteminde Değişim
- Osmanlı ıslahat layihası yazarları bu gelişmede özellikle III. Murad’ın bazı uygulamalarını eleştirirler.
Saraya ve kapıkulları arasına “hariçten ecnebi” alınması, yani bu kariyer için kanunun öngördüğü kaynaklar dışından kişilerin katılması devlet sisteminin bozulması nın ana sebeplerinden biri olarak yorumlanmıştır.

- Yeniçeri Ocağı’na ilk kez yabancıların girmesi (1582)III.Murad ‘ın ,oğlu Şehzade Mehmed’in  sünnet düğünü sonrası çalgıcıların AĞA ÇIRAĞI adıyla yeniçeri ocağına alınmasıdır.

- Divan-ı Hümâyun’dan Paşakapısına
Saray ve haremin etkilerinden uzaklaşmak üzere devlet işlerinin Paşakapısı veya Babıâli denilen sadrazam konağında görüşülerek halledilmesi yoluna gidildi. Divan-ı Hümayun toplantıları giderek azaldı. Padişahlar zaman zaman meşveret meclisleri topladılar ama asıl hükümet işleri sadrazamın konağında halledildi. Divan-ı Hümâyun bu dönemde
cülus bahşişi, askere mevacib dağıtımı, elçi kabulü gibi törenlerin yapıldı- ğı sembolik bir kurula dönmüştür.

- Mevâcib: Aylık, maaş. Hicri takvime göre kapıkullarına üç ayda bir yapılan maaş ödemesi.

- Osmanlı Devletinde 1654’de Derviş Mehmed Paşa’nın sadaretine kadar veziriazamlara mahsus resmî bir daire yoktu. Saraya yakın konaklara yerleşen sadrazamların konaklarının selamlık kısmı Paşakapısı sayılırdı. Derviş Mehmed Paşa’ya Topkapı
sarayının Alay köşkünün karşı sırasında bulunan eski sadrazamlardan Halil Paşa’nın sarayı verilmiş, onun burasını tefriş etmesinden sonra sadrazamlara tahsis edilmiş bir Paşakapısı meydana gelmiştir.

- DİVAN BÜROKRASİSİNDE ÖZEL ÖNEMİ OLAN ÜÇ MAKAMıN ÖNEMİ ARTMAYA BAŞLADı.

-*En önemli memuriyet sadaret kethüdalığı idi. Bütün işler, sadrazamdan önce, yardımcısı olan sadaret kethüdasının elinden geçerdi. Sadaret kethüdalığı 1835’deMülkiye Nezaretine dönüştürülecektir.

* Devletin maliye dışındaki bütün kayıtlarını kontrol eden reisülküttap özellikle Karlofça Antlaşmasından itibaren dış ilişkilerde daha etkili ve önemli rol oynamaya başladı. Böylece Divan-ı Hümâyun önemini yitirse Divan bürokrasisinin başı
olan reisülküttap Bâbıâli’de önemini arttırmıştır. Bu makam, II. Mahmud döneminde Hariciye Nezaretine dönüşecektir.

* Bâbıâli’deki önemli görevlilerden biri olan mektupçu (mektubî-i sadr-ı âlî) bazı araştırmacılar tarafından reisülküttaba diğer bazılarınca ise sadaret kethüdasına bağlı sayılmışsa da hizmet yönünden kendisinin sadrazamın özel kalem müdürü
denilebilecek bir konumda olduğu anlaşılmaktadır.

- Divân-ı Hümâyun toplantılarının önemini kaybedip azaldığı dönemde meşveret meclisleri bir kurum olarak ortaya çıkmıştır. Devlet ileri gelenlerinin katıldığı meşveret meclisleri padişahın tahttan indirilmesi ve yerlerine yeni sultanın getirilmesi gibi önemli konularda etkin rol oynadı.

- Maliye’de Değişim
-XVI. yüzyıl başlarında, Anadolu ve Rumeli defterdarlıklarına ek olarak bir Arap Defterdarlığı kurulmuştu

-Bütün belgelerin en önemlisi aylık maaş defterleridir.

- XVII. yüzyılda kâtip rütbesi kalemlerin reislerine (hacegâna) mahsus iken halifeler (kalemlerin ikinci derecede sorumluları)
şagird olarak kayıtlıdır.
- XVI. yüzyıl sonunda savaş zamanlarında Altı Bölük Halkı’nın yaşlılarının mülazım olarak kaydı ve seferde bir yıl hizmet sonrası vergi toplama görevi alması adet haline geldi. Bu görevlendirmelere hizmet denirdi.

- Avârız toplama da tedricen kapıkulu sipahilerinin bir yan işi haline geldi.

- İltizam Sisteminin Yaygınlaşması
- Mukataaların işletilmesinde devlet görevlileri (eminler) görevlendirilebildiği gibi tahvil denilen bir sözleşme ile mukataalar açık arttırma usulüyle özel şahıslara satılabiliyordu. Burada, mukataaya konu vergilerin toplanma hakkının belirli bir süre (3 yıl) için ve belirli şartlarla satışı söz konusudur.
- Bu sistemde temel şikâyet konuları arasında merkezi kontrolün olmayışı, halkın ağır vergi altında ezilmesi,
kanun dışı vergi alınması gösterilir.

- Mukaatalar iltizama verilebilir, emanetle yönetilebilir veya bir dirliğin (has, zeamet, timar ) parçası olarak tevcih edilebilirdi.

- Mültezim tek kişi olabileceği gibi bir ortaklık da olabilirdi. XVII. yüzyılda gelirler sıklıkla kabız-ı mal tarafından toplanırdı.

- XVII. yüzyılda önem kazanan bir başka grup da havalegân’dır (toplanmış gelirleri gidecekleri yere gönderen kişiler).

- XII. yüzyılda devlet, hazine gelirlerini mümkün olduğu ölçüde arttırma ilkesine(fiskalizm) uygun olarak, meydana gelen bütçe açıklarını gidermek üzere cizye vergisinin toplanması (1691) ve iltizamın ömür boyu hale getirilmesi için ıslahat
yaptı.

- Fiskalizm, hazineye ait gelirleri mümkün olduğu kadar yüksek düzeye çıkarılmaya çalışmak ve ulaştığı düzeyin altına inmesinin de engellemektir.

- 1768-74 Osmanlı-Rus savaşının yol açtığı masraşarın baskısıyla mukataaların ömür boyu satılmaları yerine yıllık kârları
nın esham (hisse senedi) çıkarılarak satılmasıdır. İlk kez 1775’de kârı yüksek görünen İstanbul Tütün Gümrüğünde denenmiştir.

- XVIII. Yüzyılda Çok Hazineli Dönem
- Klasik dönemde Osmanlı Devletinin asıl hazinesi Hazine-i Âmire yani Maliye (Dış, Taşra, Birun) Hazinesi idi; bunun yanında İç (Enderun) Hazinesi de yedek hazine görevini görüyordu. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Darphane değişik biçimde, Hazine-i Âmire’nin yedeği görevini üstlenmiştir.

- III. Selim devrinde yapılan reformlar dolayısıyla İrad-ı Cedit Hazinesi, Zahire Hazinesi, Tesane-i Âmire hazinesi gibi hazineler oluşturuldu.

- II. Mahmud döneminde Mansure hazinesi bunlara eklenecek Tanzimat’la birlikte tekrar tek hazineye, Maliye Hazinesine dönülecektir.

- TAfiRA İDARESİ VE TİMAR SİSTEMİNDE DE⁄İfiME

- sancakbeyliği ve beylerbeyliği makamına gelenler arasında merkezden gelenlerin oranı artmıştır. Bu gelişmede, eyalet sayısı-
nın artmasıyla birlikte merkezî idarenin taşrayı, doğrudan merkezde yetişmiş, daha güvenilir bulduğu kişilere emanet etmesi düşüncesinin yattığı öne sürülebilir.

- Timar Düzeninde Değişim

- Geleneksel anlayışa göre timar sistemi ihmal edilmeye, timarlar hak sahiplerine değil ekâbir adamlarına verilmeye
başlanmış ve mirî topraklar şu veya bu yolla belirli kişilere verilmiştir.


- XVII. yüzyılda mirî toprakların büyük kısmı giderek mirî mukataalar haline getirilirken sadece yeni fethedilen yerlerde klasik anlamda vergi ve vergi nüfusu sayımı olan tahrirler yapıldı. XVII. yüzyılda önemi devlet maliyesi açısından daha da artan
avârız ve cizye vergileri için ayrı sayımlar (tahrirler) yapıldı. İlk örnekleri yüzyıl başlarına ait olan ayrıntılı (mufassal) avârız defterleri özellikle XVII. yüzyıl ortaları nda yoğun olarak karşımıza çıkar.

- Öte yandan maliyede malikâne uygulamasına giden süreçte, bazı eyalet defterdarlıkları kaldırılarak bunların yerine voyvodalık, muhassıllık gibi malî yönetim birimleri ihdas edilmiştir. Meselâ Tokat Voyvodalığı, Diyarbekir Voyvodalığı, Malatya
Voyvodalığı, Halep muhassıllığı gibi.

- Kadılık ve Kaza Sistemi

- Avârız vergisinin olağanlaşması, nakit avârızın toplanması, avârız sayımlarının yapılması süreçlerinde taşrada kadıların ön plana çıktığı gözlenmektedir.

- Görev yerine gitmeyen kadıların yerlerine naib göndermesi de bu dönemin bir başka özelliği olarak anılmalıdır.

- Âyânlık

- İçinde yönetici sınıfın önde gelenlerini de barındıran bir yörenin âyân ve eşrafı, daha önceden de bulundukları yerin meseleleri üzerinde söz ve etki sahibi idi. Mesela, vergi sayımları (tahrir) sırasında ihtilâşı konularda “âyân-ı vilâyet”e danışılması usuldendi.

- sosyal, idarî ve malî düzende değişim, mirî mukataalaşma ve iltizam sisteminin yaygınlaşması, askerî sistemde değişim,
yüzyıl sonundaki uzun ve yıpratıcı savaşlar sonucu alınan malî tedbirler yerel âyân ve eşrafın güçlenmesine yol açmıştır.

- Âyân servetini çiftliklerden ziyade devlet adına vergi toplamak, tefecilik ve bir dereceye kadar ticaretten sağladı.

- Şu hususlar âyânın XVIII. yüzyılda giderek güçlenmesinde etkili olmuştur:
a) Malikâne sistemi ile ekonomik güçlerinin artması.
b) Özellikle beylerbeylerinin, kısmen sancakbeylerinin bir kısmının görev yerine gitmeyip yerlerine mütesellim ataması, bu göreve gelenlerin mahallî güç sahibi haline gelmesi.
c) Devletin vergi ve asker toplamada, mahallî eşkıyayı bastırmada âyâna duyduğu ihtiyaç.

- 1765’de Muhsinzade Mehmed Paşa âyânlık sistemini düzenleme girişiminde bulundu ve valilerin âyânlık buyruldusu vermelerini yasakladı.

- 1786’da âyânlık kaldırıldı ama 1787’deRuslarla başlayan savaş 1790’da âyânlığın yeniden ihdasına yol açtı.

- Bu dönemde çeşitli bölgelerde etkin olan belli başlı âyân aileleri şunlardır:
• Ankara’da Müderriszadeler,
• Canik (Samsun ve çevresi)’te Canikli Ali Paşa ve evladı,
• Manisa’da Karaosmanoğulları,
• Balıkesir’de Kanlızadeler,
• Bilecik’te Kalyoncuoğulları,
• Rize’de Tuzcuoğulları,
• Yozgat’ta Çapanoğulları,
• İzmir’de Katipoğulları, Yılanlıoğulları,
• Çukurova’da Menemencioğulları, Kozanoğulları,
• Kuzey Irak’ta Babanzadeler,
• Rusçuk’ta Tirsiniklioğlu, Alemdar Mustafa Paşa,
• Vidin’de Pazvandoğlu,
• Yanya’da Tepedelenli Ali Paşa ve oğulları.

- Alemdar Mustafa Paşa’ın da etkisiyle hükümdar ile âyânın karşılıklı sorumluluklarını belirleyen ve bu yönüyle hükümdarın otoritesini sınırladığı ileri sürülen Sened-i İttifak 1808’de hazırlandı ama, çeşitli gerekçelerle âyânın büyük kısmının İstanbul’a
gelmeyişi ve II. Mahmud’un isteksizliği neticesinde, Alemdar’ın öldürülmesini müteakip bu senet geçersiz kaldı.





Gönderen aöftarihbölümü zaman: 08:50
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş
Etiketler: OSMANLI MERKEZ VE TAŞRA TEŞKİLÂTI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sonraki Kayıt Önceki Kayıt Ana Sayfa
Kaydol: Kayıt Yorumları (Atom)

Sayac
Tema resimleri molotovcoketail tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.